Osmanlı Tarihi Kaynakları Hakkında
Her devlet üzerine olduğu gibi Osmanlı Devleti hakkında da birçok Osmanlı tarihi kaynakları, tarihi belge, veri, eser bulunmaktadır. Bizim burada bahsedeceğimiz eserler Osmanlı tarihi için önemli konumda bulunan ve içerikleri bakımından kapsamlı olarak nitelendirebileceğimiz kaynaklardandır. Genel itibariyle bazı eserler hakkında bilgi vermeyi ve bu çalışmanın sonunda ise bu eserler üzerine yapılmış olan akademik çalışmaları göstermeyi arzuluyoruz. Bahse konu olan eserler hakkındaki bilgiler kısa ve sade şekilde anlatılacak ve eserin genel çerçevesi çizilecektir.
Osmanlı Tarihi Kaynakları Nelerdir?
BEHCETÜ’T-TEVÂRİH
Eserin müellifi Şükrullah adında devrinin önemli siyasi ve sosyal
adamı olarak belirtilebilir. Çünkü devlet tarafından birçok görevi icra etmiş, kadılık hatta elçilik görevlerini yerine getirmiştir. Bu görevler sırasında da eseri için önemli bilgiler toplamıştır. Eser’e gelecek olursak bu eser Fâtih Sultan Mehmed devrinde yaşamış olan müellifin o devrin önemli Vezîriâzamlarından birisi olan Mahmut Paşa’ya ithâfen yazmış olduğu Farsça bir tarih kitabıdır. Şükrullah’ın da belirttiği gibi eser, havas için değil avam için yazılmıştır. Bundan da anlaşılmaktadır ki Şükrullah, eserini her kesimden insanın okuyup anlayabileceği bir dille yazmış olduğundan tarih kitaplarında rastlanan ağdalı ve sanatlı cümlelere eserde pek rastlanmaz. Metinde kullanılan Arapça kelimeler anlaşılması kolay, anlatılmak istenen konu, yalın ifadelerle açıklanmıştır.[1] Eser içerik bakımından ise kapsamlı bir şekilde yazılmış ve içerisinde detaylı konular ele alınmıştır. Toplamda on üç bölümden meydana gelen eserin İslâm tarihi olarak nitelendirilebilecek ilk sekiz bölümünde; Hz. Adem’in yaratılışından Hint gibi kavimlere, Hz. Peygamber’in hayatından alimlere kadar birçok konu anlatılmış, devamındaki bölümler de ise Yunan filozoflarından İran şahlarına, Emevî, Abbâsî hanedânlarından Selçuklular’a kadar önemli bilgiler verilmiş, son bölümde ise Osmanlı tarihi ele alınmıştır.[2] Osmanlı tarihi eserlerinden birisi olan Behçetü’t-Tevârîh, Yıldırım Beyazıt’tan sonra şehzâdeler dönemi, İkinci Murad ve Fatih dönemleriyle ilgili birinci el kaynak olmasından dolayı nâdide bir yere sahiptir, ayrıca içinde ansiklopedik bilgiler ve genel tarihle ilgili önemli bilgiler vardır.[3] İçeriğinde bulunan bazı önemli kitaplarında günümüze ulaşmaması nedeniyle bu kayıp kitapların varlığını hem göstermesi açısından hem de bilgileri bize yansıtması açısından kendi değerini artırmaktadır. Şükrullah eserini yazarken kullandığı kaynakları da kısmen belirtmekte olup bunları; Ahmedî’nin İskendernâme’si meçhul kitap olan Sahîhü’t-tevârîh olarak söylemektedir.
TEVÂRÎH-İ ÂL-İ OSMÂN
Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan itibaren yazılmış olan kaynaklara
ortak olarak Tevârîh-i Âl-i Osmân adı verilmektedir. Bu eserler Sultan II. Murad devrinden itibaren tarih sahnesine çıkmakta ve birçoğu anonim şeklinde günümüze ulaşmaktadır. Bu konu ile ilgili önemli çalışmalarda yapılmaktadır. Bizim burada inceleme yaptığımız eser Aşıkpaşazâde’nin Tevârih-i Âl-i Osmân adlı eseridir. Aşıkpaşazâde 803/1400 yılında Amasya ilinde doğmuş ve dedesi Aşık Paşa’ya nisbetle bu isimle anılmıştır. Devrin önemli alimleri ile irtabat halinde olmuş ve sultanların iltifatlarını kazanmıştır.
Eser Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan itibaren Fatih devri olaylarına kadar olan zamanı kapsamaktadır. Eserin Yıldırım Bayezid devrine kadar gelen kısmını Yahşi Fakih’in menâkıbnâmesinden, bu padişahın 1391’de Macarlar’la yaptığı savaşı Kara Timurtaş’ın oğlu Umur Bey’den, 1402’deki Ankara Savaşı’nı bu savaşta solak olarak bulunan birinden nakletmiş, II. Murad ve Fâtih dönemlerini ise bizzat kendi gözlemlerine dayanarak kaleme almıştır.[4] Ayrıca bu eserde farklı bir üslup kullanılarak konular ve bölümler soru-cevap şeklinde anlatılmıştır. Bu tarih, yazarı bilinen, gerçek anlamda ilk Osmanlı tarihidir. Tevarih-i Al-i Osman veya Âşık Paşazade Tarihi adıyla anılan bu eserde Osmanlı sülalesinin şeceresi verildikten sonra bunların Anadolu’ya gelmeden önceki maceraları, Anadolu’ya gelişleri, kaç bölük oldukları, hangilerinin Anadolu’da kaldığı ve kalanların Türk tarihinde oynadıkları roller, Süleyman Şah’tan II. Beyazıt’a gelinceye kadar bütün ayrıntılarıyla ele alınmış, İstanbul’un fethi ve daha sonraki hadiseler, Âşık Paşazade’nin Tevarih-i Al-i Osman adlı eserinde canlı bir şekilde ortaya konulmuştur.[5] Ayrıca Anadolu’da meydana gelen sosyal topluluklar ve rolleri, gelenek ve görenekler, savaş taktikleri hakkında da detaylı bilgiler verilmiştir. Bu duruma bir örnek vermek gerekirse: “Babasından dua alıp manevi yardım kılıcını beline kuşanınca, Allah yolunda savaşmaya niyetlenip sefere çıktı. O babası Osman Gazi’nin de gittiği Karaçepüş’e yürüdü. Hisara varmaya bir konak kala, gaziler üç bölük oldu. Biri doğrudan hisar üzerine yürüdü. Bu bölükte Orhan Gazi de vardı. Bir bölük gece içinde hisarın ötesine geçti. Üçüncü bölük ise, hisarın yanındaki dereye girdi. Orhan Gazi hisara cenk için yürüdü. Birkaç gün savaş oldu, sonunda hisara karşı mağlup gibi göründüler. Kâfirler, Türklerin savaşı bırakıp dönüp kaçtığını sanıp hisardan çıktılar. Hisar önünde bir Türk bulup yakaladılar ve hisarın tekfuruna getirdiler. Tekfur, “Başka Türk var mı?” diye sorunca, Türk, “Yok, olanlar da kaçıp gittiler.” cevabını verdi. Tekfur bunu duyunca çok sevindi ve casus gönderdi. Gelip görünce Türklerin gittiğini anladılar. Tekfur da bu durumda hisar kapısını açtı ve “Türk zor durumda imiş, gidip onları vurayım ve dereden çıkartmayayım” dedi. Atına binip sürdü. Hisarın yanında pusudaki gaziler kapıyı aldı. Yukarıdakiler de görününce tekfur, “Daha Türk var imiş.” dedi. Dönüp hisar önüne geldiği zaman gazilere rastladı ve kendini ele verdi. Tutup hisara karşı getirdiler, hisarı aldılar ve malını gazilere verdiler. Sipahisini çıkarıp tekfuru aldılar” (Yavuz- Saraç, 2003:81-82).
Eser Neşrî’nin Cihannümâ’sına kaynaklık etmiş ancak Neşrî’nin eseri daha düzen ve tertipli olması hasebiyle daha fazla tercih edilmiştir. Ayrıca Kâtib Çelebi’nin biraz hafife alan ifadesinden (Keşfü’ẓ-ẓunûn, I, 283) dolayı uzun süre unutulan Tevârîh-i Âl-i Osmân, gerçek ve modern mânada ilk defa Hammer tarafından kullanılmıştır.[6]
KOÇİ BEY RİSÂLELERİ
Osmanlı Devleti’nin içerisinden çıkmakta zorlandığı zor dönemlerden geçerken tarih sahnesine çıkmış olan Koçi Bey tarafından iki Osmanlı padişahına münhâsır yazılan öğüt ve tavsiyeler, risaleler şeklinde bizlere ulaşmıştır. Münhâsır denilirken bu eserlerin padişahlar dışında kimsenin okumasına açılmadığı için bu ifadele buraya uygun görülmüştür. Eser iki bölüm halinde iken ilk bölüm Sultan IV. Murad’a yazılmış, ikincisi ise kardeşi Sultan I. İbrahim’e ithâfen kaleme alınmıştır. Kösem Sultan’ın baskısından kurtulan IV. Murad, Koçi Bey’i en yakın adamı olarak mahrem-i sır makamına yükseltmiştir. Onun bozulan devlet yapısı hakkında vermiş olduğu bilgiler neticesinde adetâ bir reform çağı Osmanlı Devleti için başlamıştır. Devlette bulunan kurum ve kuruluşların geçmişte olduğu gibi olması gerektiğine inanan Koçi Bey bu yüzden hep geçmiş ile karşılaştırmalar yaparak bu kurumları eleştirmiştir. Ve değişimden sonra olması gerekenleri aktarmıştır. İkinci bölüm ise Kardeşi Sultan I. İbrahim’in hiç beklenmedik şekilde tahta çıkması üzerine abisine vermiş olduğunu bildiği tavsiyeleri kendisine de yazmasını Koçi Bey’den talep etmesinden sonra yazılmıştır. Bunun üzerine daha önce neredeyse hiç güneş yüzü görmemiş Sultan İbrahim’in eğitimi için bir risâle Koçi Bey tarafından kaleme alınmıştır. Bu risâlede ise en ince ayrıntısına kadar padişahın herhangi bir durumda yapması gereken her şey anlatılmıştır. Sultan İbrahim’in kapasitesinin içerisinde bulunduğu durumlar nedeniyle zayıf olması hasebiyle kitap çok sade ve anlaşılır bir şekilde yazılmıştır. Örnek olması hasebiyle kapısına yardım için gelen bir ferde ne kadar akçe verilmesine kadar her şey anlatılmıştır.
Sultanların adeta bir hocası olarak devlet yönetme sanatını onlara anlatabilme kabiliyeti Koçi Bey tarafından mükemmel bir seviyede gerçekleştirilmiştir. Sinirli olarak tanınan IV. Murad’ı bu şekilde eğitmesi de Koçi Bey için ustalıkla icrâ edilmiştir. İki bölüm arasındaki dilsel farklılıklar nedeniyle müelliflerinin farklı olduğu hakkında tartışmalar da bulunmaktadır. Ancak Koçi Bey’in öğretmenlik vafsını bildiğimiz taktirde bu tartışma da aşılacaktır. Çünkü devlet terbiyesi altında yetişmiş, bütün olaylara şahit olmuş IV. Murad’a basit bir dil ile yaklaşmak onu küçümsemek gibi olacağından ağır bir üslup tercih edilmiştir. Ömrü tek göz odalarda, isyan etme korkusundan kapalı kapılar ardından ölmeyi bekleyerek geçen Sultan I. İbrahim’in ise böylesine ağır bir dili anlayamayacağı aşikârdır. Dolayısıyla onun anlamasına uygun, sade ve açık bir dil kullanılması daha münasip olacağından Koçi Bey tarafından böyle bir üslup geliştirilmiştir.
SEYAHATNÂME
Orta Çağ’ın en büyük Müslüman seyyahı olarak bilinen İbn Battûta
tarafından kaleme alınmış Osmanlı tarihi kaynaklarındandır. Tanıştığı hükümdarlar tarafından birçok göreve getirilen müellif, siyasi açıdan tecrübe kazanmış, sosyal yaşantısı nedeniyle de halk tarafından sevilerek karşılanmıştır. Sûfi gibi bir yaşantı sürmesinden dolayı İbn Battûta’nın eseri tasavvufi açıdan da önemli bilgilere sahiptir. Harekete ilk olarak yirmi iki yaşında başlayan müellif daha sonra durmak bilmeksizin yolculuğuna devam etti. Dımaşk’tan Hicaz’a, Mekke’den Irak’a, Cidde’den Kızıldeniz’e, Yemen’den Doğu Afrika sahillerine, İran’dan Hindistan’a, Kahire’den Gazze’ye, Lazkiye’den Anadolu’ya, Delhi’den Çin’e, Malabar kıyılarından Basra Körfezine, Fas’tan Endülüs’e ve sayamadığımız birçok şehre ve beldeye seyahât etmiş ve oradan elde ettiği bilgileri eserine neşretmiştir. Tabiki savaş, iklim gibi bazı durumlarda bu seyahatler aksamış olsa da müellif bu niyetinden geri durmamış ve emelini ifâ etmiştir. Döneminin bir diğer seyyahı olarak bilinen Marco Polo’yu da hem gezmiş olduğu alan bakımından hemde eserinin içeriğinin sağlamlığı bakımından geride bırakmıştır.
Eser’in tam adı Tuhfetü’n-nüzzâr fî garâ’ibi’l-emsâr ve ‘acâib’l-esfâr olarak müellif tarafından belirtilmiş ve eserin yazımı da İbn Cüzey el-Kelbî tarafından icra edilmiştir. Bu kişi esere herhangi bir katkısı olmadığını da şu sözlerle anlatmaktadır: “Üstat İbn Battûta’nın sözlerini naklederken onun maksadını anlatan kelimeleri kullandım ve çok defa da nasıl söylediyse ‘köküne, dalına dokunmadan’ öylece bıraktım; bahsettiği şeylerin aslı nedir diye araştırmadım. Çünkü üstadımız aktardıklarını değerlendirme sırasında en iyi yolu tutmuş, aslı astarı olmayan haberler için güvensizliğini bildiren sözler söylemiştir. Ben yer ve kişi adlarından problemli olanları halletmek ve harekeleri belirtmek suretiyle kitabı daha verimli hale getirmeye çalıştım.”[7] Eser dil bakımından da çok sade olmakla beraber İbn Battûta’nın kaleminin mükemmelliği, İbn Cüzey’in etkisi ve diğer başvurduğu kaynakların bulunması hasebiyle farklı anlatımları bulunabilmektedir. Avrupa hariç neredeyse eski dünyanın tamamını gezen İbn Battûta’nın dönemi, dolaştığı ülkelerin çoğunda Türkler’in ve Moğollar’ın hâkim olması sebebiyle bir Türk-Moğol asrı sayılabilir. Dünyanın yedi büyük hükümdarı arasında ilk sıraya koyduğu Ebû İnân el-Merînî hariç diğerleri Türk veya Moğol asıllıdır; dolayısıyla verdiği bilgiler bu milletlerin tarihi açısından çok önemlidir.[8] Ayrıca eserin içeriğinde bulunan sosyal figürler, inançsal aktiviteler, gelenek ve görenekler, sosyal statünün belirleyici sembolleri, ticari veriler, iktisâdi faaliyetler de bu eserin çok yönlü olduğunu kanıtlamakta ve kullanım alanının genişliğini göstermektedir.
CİHANNÜMÂ
Osmanlı tarihi kaynaklarından olan Cihannüma, Sultan Selim’in
hizmetlilerinden olarak bilinen ve Neşrî mahlasıyla nam salmış olan Osmanlı tarihçisi tarafından kaleme alınmıştır. Eseri yazma amacını da kendisi beyan etmekte; tarih belgelerinin dağınık bir halde bulunması ve Türkçe bir tarih yazma arzusu olarak belirtmektedir. Yaratılıştan başlayıp dönemine kadar getirdiği eserine Kitâb-ı Cihannümâ adını verdiğini ve ilk beş bölümü II. Mehmed, Oğuz Han’dan başlayıp kendi zamanına kadar gelen Osmanlı Devleti tarihini ise II. Bayezid devrinde temize çektiğini belirtir.[9] Ancak bu yazılan eserin tamamı günümüze ulaşmamıştır. Altı bölüm halinde olduğu bilinen eserin sadece altıncı kısmı yani Osmanlı öncesi Türk tarihiyle Osmanlı tarihine dair olan bölüm günümüze intikâl etmiştir. Bu bize ulaşan bölümde de eski Türkler’den liderlerin kıyafetlerine, önemli olaylardan, İslamiyet’e girme dönemlerine kadar birçok olay ve durum anlatılmaktadır. Eser anlattığı içerik bakımından da dönemin dînî hayatını bizlere yer yer işlemektedir. Bir örnek olması hasebiyle kitaptan bir alıntı vermek istiyoruz: Anadolu Selçuklu Sultanı Alâüddin Keykubad b. Ferâmürz’den kılıç kuşanan Osman Gazi (1299-1326), gazâ anlayışı noktasında ilk tespitlerde bulunabildiğimiz Osmanlı yöneticisidir. Onun, atası Ertuğrul gibi kimseye muhtaç olmadan güç ve geçim kaynağını gazâ ederek elde etme, bununla da hem dünya hem âhireti kazanma şeklinde bir beklentisinin olduğunu ifade ettiğini görmekteyiz. Onun bu uğurdaki halisane niyetinin bilindiğini anlatan Neşrî, Bilecik fethiyle ilgili olarak “kâfirlerden ne fethederse ona helal olsun” dendiğini belirterek, Osman Bey’e ve evladına bu yüzden “Gazi” denildiğini kaydetmiştir. Ona göre Osmanoğullarını diğer sultan ve hükümdarlardan farklı kılan husus onların mü’minlerin topraklarına ilişmeyip sırf gazâ ve cihad anlayışıyla gayr-i müslim beldelere akın etmeleridir.[10] Eser’in nihayeti ise Sultan II. Bayezid’e yapılan bir methiye ile sonlandırılmaktadır.
Eserin kaynakları noktasında da müellifin şahsen adlandırmaları yoktur ancak Osmanlı dönemi için başlıca kaynağının Âşıkpaşazâde’nin Tevârîh-i Âl-i Osmân’ı ve bunun da dayandığı Yahşi Fakih menâkıbnâmesi olduğu kesindir.[11] Çünkü bu eserlerden bazen aynı şekilde bazen de nesire çevirerek alıntılar yapmakta ancak bu kaynaklarında ifadelerini yer yer sadeleştirmekte hatta hafifletmektedir. Bu eser yazıldığı dönem itibari ile de tanınmış ve dönemin alimleri ve ileri gelenleri tarafından da kaynak olarak kullanılmıştır.
“Osmanlı Tarihi Kaynakları Nelerdir” benzeri yazıları okumak için buraya tıklayınız.